1 Haziran 2010 Salı

Güçlü Olmak Ya Da Güç İstenci Taşımak


Annem borçlarımı ödemem için bana yeterince para gönderebilirdi. Ben de üstümü-başımı, yiyeceğimi, çizmelerimi falan karşılamak için yeterince para kazanabilirdim. Eminim yapabilirdim bunu. Saatte yarım rubleye ders verebilirdim. Hem Razumihin de bana yardım edecek. İş bulabilirdi bana.
Gelgelelim istemedim. Bir şey oldu… Sanki içim acılaştı… Evet tam ifadesi bu. Odamda somurtup oturdum… Benim odayı biliyorsun değil mi, Sonya? Gördün. O alçak tavanlı küçük odalar insanın hem içini hem de ruhunu yıpratıyor. Ah! O odadan nasıl nefret ediyorum bilemezsin. Gene de çıkmıyordum oradan. Bile bile çıkıyordum. Dört gün sokağa çıkmadım. İşe gitmek istemedim, yemek bile yemedim. Sadece uzanıp yatıyordum. Nastasya bir şey getirirse yiyordum. Getirmezse koca bir gün ağzıma bir lokma koymadan geçiyordu. Geceleri ışığım yoktu. Karanlıkta yatıp duruyordum. Kendime bir mum alacak kadar bile para kazanmak istemiyordum. Derslerime çalışmam gerekti ama kitaplarımı satmıştım. Masadaki defterim bile bir santim kalınlığında tozla örtülüydü. Yatıp düşünmeyi seviyordum her şeyden çok. Öyle garip düşler görüyordum ki! Korkunç düşler… Her çeşitten. Onların nasıl düşler olduğunu sana anlatmaya gerek yok. İşte o zaman kendimi düşlemeye başladım.
Yok yok! Böyle değil… Yine sana doğru dürüst anlatamıyorum. Niçin böyle aptalın teki olduğumu soruyordum kendi kendime. Başkalarının aptal olduğunu biliyorsam, ki buna emindim, ben niçin daha akıllı olmaya çalışmıyordum? O zaman Sonya, anladım ki insanların daha akıllı olmalarını beklersem, çok uzun süre beklemiş olacaktım. Ayrıca bu hiç de olası değildi. İnsanlar hiç değişmeyeceklerdi. Kimse onları değiştiremezdi, yararsızdı bu çaba. Onların varoluşlarının yasası buydu. Yasa bu, Sonya… Şimdi biliyorum ki akılca, ruhça sağlam, güçlü olan bir kimse onların efendisi olacaktır. Çok şeyi göze alan kişi hep haklı çıkacaktır. Böyle kabul ediyorlar insanlar. Onların kutsal kabul ettiği şeyleri kaldırıp bir kenara iten kimse onlara yeni yasalar verebilecektir. Herkesten daha ötesine girişen en haklı olacaktır. Şimdiye dek böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır.

... bu güç ancak durup onu ele geçirmeye kalkan insana verilmiştir. Burada önemli tek şey vardır: İnsanın işe kalkışmaya cesareti olmalıdır.

Adam öldürmek istedim. Hiçbir nedene bağlı olmaksızın, sırf kendimi tatmin etmek için… Sadece kendimi… bu konuda yalan söylemek istemiyorum. Servet, güç kazanarak insanlığın koruyucusu, yardımcısı olmak için işlemedim ben bu cinayeti... Bu saçma. Sadece yaptım bu işi, sadece kendim için yaptım.

Elimden geldiğince çabuk öğrenmek istiyordum kendimin bir insan mı yoksa bir böcek mi olduğumu. Ezmeye cesaret edebilecek miydim? Tir tir titreyen çaresiz bir yaratık mıydım yoksa? Hakkım… Hakkım var mıydı?

Öldürdüğüm o kocakarı mıydı? Hayır… O ihtiyar bunağı değil, kendimi öldürdüm ben. Bir vuruşta temelli öldürdüm kendimi.

İnsanların karşısında nasıl suçlu olurum? Niçin gitmeliymişim? Onlara ne mi söylermişim? Bunlar birer sanrı… Onlar kendileri milyonlarca insanı mahvedip bunu iyi bir şey olarak kabul ediyorlar ya.”


Diye söyler Raskolnikov, Sonya’ya. Eylemini, eylemselliğini ve eylemsizliğini anlatır. Napolyon olmak ister hepimizin istediği kadar ve hepimizin istediği kadar güçlü. Yakındır insana sözleri. Olabildiğince insanca.
Bir volkan gibi birikir acı, zaman alır, sıkışır, sıkıştırır, boğar; haz ise çoğu kez bir patlamadır, coşkudur, akar. Arada dururuz. Bazen zaman sıkışır, bazen coğrafya, bazen de en lokalinde insan… Her sıkışma bir patlamayı doğurmak ister ve acı arzuların en büyüğüdür beklide. Patlamaya olan arzu dışta varlık bırakmayacak kadar genelken, büyük patlamalar çok nadir rastlananlardır. Patlama olur, basınç azalır ve ebedi bir boşluk oluşur. İnanırım, boşluğun da bir basıncı vardır. Ve nihayetinde tekrar acı…
Kaçmaya çalıştığımız bu acıyı, hazzı arzuladığımız kadar arzularız. Yoksa peşi sıra gelecek acıyı bildiğimiz halde nasıl kalkışırdık büyük aşklara veya büyük işlere. Kralın kızına aşık olan Keloğlan hikayesi gibi olmadığını biliriz elbet. Hem hazzı hem acıyı nasıl olur da birlikte arzularız? Zıtların birliği analitik olarak doğrulansa da isteklerimizin zıtlığını nasıl anlayabiliriz? Yoksa biz de mi tek değiliz. İçimizde görmek istemediğimiz biri daha yaşıyor olmasın. Bay Golyatkin mesela… Bir parça hepimize benzemiyor mu? Merdiven altına saklanıp kendimize soyluluk ve erdem nutukları çektiğimizde içerideki o baloya girme arzusuyla yanarken dönüp gidenler ile bir fare gibi kapıya konulacağını bile bile içeri girenler arasında bir fark var gibi görünüyor. Öteki’miz o müthiş baloya girmemizi isterken biz kendimiz olarak çıkıyoruz o koca evden ve başımız önde kendimizi ikna etmek için söylenebilecek her şeyi söyleyerek düşüyoruz yola ve elbette içimizdekiyle beraber. Gururumuzu korumanın o kendince gururuyla. Başımızı gururla kaldırırken omuzlarımız düşüyor, diz kapaklarımızda hafif bir titreme… Olamayan daha büyük titremenin yerine.
İçine doğar insan, tarihin, zamanın ve mekanın. İçine doğmakla beraber hak edilen ve yaşananla ilişkisi başlar. Hak edilen her zaman daha fazladır ve bu hissedilir. İçine doğulan durumla birey arasındaki ilişkinin memnuniyet katsayısı doğurur psikolojiyi. Çoğu kez sağlıksızdır bu ilişki. Kovularak yeryzüne gelen insan, kovularak anne karnından doğar. Moskova’da askeri mizaca sahip doktor bir babayla hastalıklı bir anneden doğan Dostoyevski için içine doğulan durum suçluluk ve acıdan öte getirisi olamayacaktı. Küçük yaşlarda
Yaşantımızla, heyecanımız arasındaki mesafede durururuz. İçimizi kavuran yakma, yıkma ve bizim olanı tekrar yapma, yapılanlar yoluyla kapladığı alanı genişletmeyle kotlanırız. Heyecanını taşıdığımız durum ile pratik yaşam arasındaki mesafenin derinliği ve seyri ile duygulanırız. Büyük olmak isteriz, kendimizden daha büyük. Zaten hepimiz olduğumuzdan büyüğüzdür. Suç herkesin olunca gerçekten suç mudur. Herkese ait olan suçsa herkes suçlu mudur? Kim belirler suçu, suçluyu? Nedir kriter? Zaman, mekan, konjektür… Peki ya biz neyi belirleriz. Suçu, cezayı ve mükafatı belirlemek isteriz belki. Napolyon da belirledi, İsa da belirledi, Kanuni de, Stalin de, Hitler de…
Belirlenen olarak geldiğimiz hayatta belirleyen olmak isteriz. Belki hayatı, belki şehrin kaderini, belki partnerimizle olan seksimizi, belki de sadece kendimizi. Haklı mıyızdır acep? Kendimi kendim belirlemek istiyorum, kendimle kendimi belirlemek istiyorum ve kendim için belirlemek istiyorum. Gerçekten haklı mıyım? Bilmiyorum. Ya da ben biliyorum da bende var olan bilmiyor ya da tam tersi.
Bizi bizden izinsiz hayata getirenlerden izin almak zorunda kalmak. Ahlak, değer, töre ya da her neyse. Gerçekten suçlu muyuz? Bizi bizden önce belirlemiş olanların belirlediklerini yıkarken ya da taşırken. Babasını belirleme hakkı olamayan Golyatkin, Raskolnikov, Trusotski ya da Dostoyevski neyi belirleyebilirdi? Ben beni benden izinsiz dünyaya getireni izinsiz yok etsem acaba beni getirenden fazla mı suç işlemiş olurum ya da sevap. Ya bunun en büyük günah olduğuna alıştırıldıysam ve bunu da içten içe istediğimi düşünüyorsam. Babam çiftlikte uşakları tarafından öldürülürse ben de öldürmek isteyen olarak o uşaklar kadar suçlu değil miyim? Ayrıca bir uşak benim yapamadığımı yaptıysa kim daha değerli? Ya da herkes normal de ben miyim yalnızca böcek olan. Ya da her Napolyon zaten bunu mu yapar. Napolyon’un, Napolyon olabilmek için yaşlı bir tefeci haşereyi öldürüp soymaktan başka çaresi olmasaydı ne yapardı?